OSMANLI KÜLTÜR MİRASINDA KORUMA SORUNLARI / PROTECTION PROBLEMS İN OTTOMAN HERİTAGE

Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat Dönemi’yle birlikte başlayan devlet eksenli anıt eser korumasının Cumhuriyet’in ilanından 1950’ye dek sürdüğü görülür. Bu sürede mimari korumadaki genel eğilim, anıt eser olarak görülen yapıların korunması ve işlevlendirilerek yaşatılması yönünde olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Osmanlı’dan miras alınan yasal mevzuat ve kurumlar devam etmiş, ulus-devlet kurgusu kapsamında anıt eserlere seçmeci bir yaklaşımla sahip çıkılmıştır. Atatürk’ün 1931 yılındaki telgrafının da etkisiyle örgütlenen Asar-ı Atika Komisyonu halkın koruma alanında bilinçlendirmesinin gerekliliği üzerinde durmuş ve koruma bilincinin aşılatılmasını tavsiye eden bir genelge, tüm valiliklere gönderilmiştir. Bu yıllarda devlet tarafından yürütülen çabaların 1930’ları takip eden yıllarda sürekliliğini koruyamadığı görülür.

  1950’li yıllara kadar koruma çalışmalarında bilimsel denetimi sağlayan herhangi bir örgüt mevcut değildir. Böyle bir örgüte duyulan gereksinim sonucu 1951’de oluşturulan GEEAYK’nun temel görevleri ülke ölçeğinde koruma alanında proje ve uygulamaları denetlemek; uygulamaya yönelik kararlar almak ve ilkeler koymaktır. 1983 yılına dek görevini sürdüren kurum, 2863 sayılı Koruma Yasası ile iptal olmuş ve yerine Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu almıştır. 2000’lerde, özellikle 5226 sayılı yasa değişikliğinin sonucu olarak yerel yönetimler koruma alanında geçmişe oranla daha fazla söz sahibi olmaya başlamıştır. Öte yandan, restorasyonlarda eksikliği duyulan kuramsal altyapı oluşturma ihtiyacının bir yansıması olarak anıt eser koruma uygulamalarında bilim kurullarının örgütlenmeye başladığı görülmektedir.

Türkiye’de Yüksek Kurul ve bölge koruma kurullarının baskın karar verici rollerine rağmen, bugün de koruma uygulamalarında söz sahibi kurumların yönetimlerinde yaşanan kargaşa, kadrolarındaki süreksizlik ve aralarındaki eşgüdümsüzlükler koruma alanını olumsuz yönde etkilemektedir. Cumhuriyetin ilanından günümüze restorasyon uygulamaları incelendiğinde, tanımlanan bu çelişkili duruma dair ipuçlarına rastlanmaktadır.
               
Osmanlı dönemi yapılarının, yüzyıllarca ayakta kalarak, günümüze ulaşmasındaki en önemli etken, yapılarında değişik faktörlere bağlı olarak zamanla ortaya çıkan bakım, onarım ve yenilenme gibi gereksinimlerin, zamanında yapılan uygun müdahalelerle giderilmesinden kaynaklanmıştır. Osmanlı’ların inşa ettikleri yapıları korumada dolayısıyla bunların onarımında gösterdikleri özen, eserlerinin sonraki kuşaklara birer hizmet üniteleri olarak aktarma gayesi olmuş, bu düşünce aynı zamanda yapılarının sürekli kullanımına olanak veren önemli bir temel oluşturmuştur. Onarım ihtiyacının ortaya çıkmasından başlayıp onarımın tamamlanıp, yapının yeniden kullanıma hazır hale gelmesine kadar geçen süreçte uyguladıkları, tasarım, onay ve nihayetinde yapım organizasyonu teknikleri, olası suistimalleri en aza indirgeyen, kaynakların doğru ve yerinde kullanımını sağlayan sonuçların ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Osmanlı döneminde yapılarda oluşan hasarların nedenleri günümüzde olduğu gibi kullanımdan doğan hasar ve aşınmalar, malzeme eskimesi, kötü malzeme kullanımı, iklimsel koşullar, yangınlar, deprem ve sel gibi doğal afetler olabildiği gibi, günümüzde o devirlere nazaran daha az rastlanan savaşlar, toplumsal olaylar ve isyanlar neticesinde doğan hasarlar da olabiliyordu. Elbette hasar nedenlerine bağlı olarak hasar düzeyleri, dolayısıyla da onarım türleri de değişmekte idi. Bu bağlamda basit onarım sınıfına giren, zamana ve iklimsel koşullara bağlı hasarlara, üst örtü malzemesinin eskimesi (Kurşun, kiremit, vb.), iç mekanda oluşan zararlar, rüzgar ve lodostan çatıların uçması gibi hasar örnekleri verilebilir. Deprem, sel gibi doğal felaketler ile yangınlar, savaşlar ve diğer nedenlerden dolayı yapının büyük bir kısmının ya da tamamının yıkılması ile yapıda oluşan hasarların düzeyi yüksek olduğundan, bu tür onarım çalışmaları ise esaslı onarım sınıfına girmektedir.

Esaslı onarımları günümüz restorasyon terimleriyle ifade etmek mümkündür. Bu farklı durumlara bağlı olarak Osmanlı dönemi onarım onay yazılarında “ke’l-evveli bina edilmesi”, “üslub-i kadimi üzere binası”, “üslub-i sabik üzere tamir edilmesi” gibi terimlerin kullanılması, yapıdaki hasar düzeylerinin boyutunu göstermekle beraber, onarım amacıyla yapılacak olan müdahalenin de, yapının aslına sadık kalınarak inşa edilmesi gerektiği ifade edilmektedir.

Onarım Öncesi Süreç; Onarım öncesi süreç, öncelikle onarıma yönelik yapılan talep ile bu talebin değerlendirilmesi sürecidir. Bu süreçte, yapının onarıma ihtiyacı olduğu belirtilir, gerekli çalışmaların yapılarak onarıma izin verilmesi arz ile talep edilirdi. Mahkemeye yapılan bu talebe karşılık, o yörenin mahkemesinde görev yapan kadılar gerekli çalışmaları yaparak hazırlanan keşif, rapor ve projeleri Divan-ı Hümayun’a iletmekle yükümlü olmuşlardır. Divan-ı Hümayun’dan çıkan onarımın onay kararı ile birlikte onarım öncesi süreç sona ermektedir. Bu yüzden, bu süreci aynı zamanda onarımın onay süreci olarak değerlendirmek gerekmektedir. Onay kararından sonra onarımın yapım süreci başlamaktadır[1].


Onarım Süreci; Onarımın inşa sürecidir. Onarım çalışmasında onay yazılarında belirtilen ilke ve esaslar dikkate alınır. Onarım çalışması, onay sürecinde hazırlanan keşif ve raporlara uygun olarak, önceden atanan sorumlular gözetimin de yürütülür. Ayrıca alınan malzemelerin miktarları ve ücretleri, çalışan işçi, usta, kalfa, neccarlara ödenen ücretler, nakliye masrafları ve sarf giderler, inşaat defterlerine kayıt edilerek onarımın gerçek maliyeti elde edilir idi[2].

Onarım Sonrası Süreç; Onarım inşaatından sonra, onarımın keşifte belirlenenlere uygun olarak yapılıp yapılmadığı bilirkişilerce kontrol edilir. İnşa sürecinde muhasebeye uygun olarak tutulan inşaat defterleri, kadı ve mimar ile birlikte mühürlenerek evkaf defterlerine işlenmek üzere başkente gönderilirdi[3].



Osmanlı döneminde, diğer yapı faaliyetlerinde olduğu gibi restorasyon çalışmalarında da onay ve kontrol mekanizmasının merkezin elinde bulunduğu görülmektedir. Bu yüzden, restorasyon çalışmasının her sürecinde merkezin müdahalesi ve yönlendirmesi söz konusu olmuştur. Ancak farklı süreçleri bulunmasına rağmen, onarım çalışmalarının en önemli sürecini, onarımın onay süreci oluşturmaktadır. Taleple başlayan, başkentten onarım izninin alınmasıyla sona eren onarım öncesi bu süreçte, imparatorluğun farklı bölgelerindeki onarım faaliyetlerinin kontrolü ilk olarak, bölgede bulunan bir mimar görevlendirilerek, ya da o bölgeye mimar gönderilerek sağlanırdı. Bu mimarın asıl görevi, onarımı için onay alınacak yapıyı diğer görevlilerle birlikte yerinde incelemek, gerekirse onarım projesi çizmek, onarımın tahmini maliyetini çıkartarak, buna göre hazırlanan proje, keşif ve raporları başkentten onay alınmak üzere meclis-i şerife sunmaktır. İncelenen arşiv belgeleri değerlendirildiğinde, Divan-ı Hümayun’dan onarım için onay izni alınabilmesindeki en temel koşulun bu çalışma olduğu görülmektedir[4].

Osmanlı döneminde yapılacak onarımın gerekliliği, kapsamı ve maliyeti için, içinde yerel ahalinin de olduğu tüm paydaşları içeren katılımcı bir yöntem uygulanmaktadır. Yapılan bu katılımcı çalışmaların ürünü olan maliyet çalışması olmadan onarım çalışmasına kesinlikle izin verilmemekteydi. Bunun nedeni, onarımla ilgili yapı faaliyetlerinde ortaya çıkabilecek olası süistimallerin önüne geçilmesi olduğu gibi, onarımın gerektirdiği parasal kaynakların nereden sağlanacağı ile, onarım harcamalarının nasıl ve kim tarafından yapılacağının önceden belirlenerek yatırımın garantiye alınması, bu sayede de özellikle şeffaflığın ve onarım sonrası hesap verilebilirliğin sağlanmasıdır[5].

İncelenen arşiv belgelerine göre, onarım talebinin ilk yapıldığı ve bu talebe karşılık gerekli çalışmaları başlatarak, onarımın onay sürecinin her aşamasında etkili mevki olarak meclis-i şerif, yani kadılar görülmekledir. Onay sürecindeki çalışmaların en önemlisi olan, onarılacak yapının muayene edilmesi, onarım planlarının çizilmesi, onarıma ait keşif ve yaklaşık maliyet hesaplarının çıkartılması aşamalarının en önemli aktörlerinin ise mimarlar olduğu görülmektedir. Osmanlı döneminde, özellikle kamu yapıları ve vakıf eserlerinin onarımına verilen önem, bu yapıların birer hizmet üniteleri olarak yüzlerce yıl ayakta kalmalarının da teminatı olmuştur.
MESUT ÇELİK




[1] Cansever, T. , “Osmanlı Şehri”  Timaş Yayınları, 2016, İstanbul, s.242
[2] Yılmaz, a.g.e, s.66
[3] Yılmaz, a.g.e, s.69
[4] Cansever, a.g.e. s.249
[5] Cansever, a.g.e. s.249